Oppenheimer incelemesi: Nolan’ın zamanı destanı, gücün tüm biçimlerine bakıyor

0

ortalama bir dakika içinde oppenheimer, Christopher Nolan’ın niçin projeyi ele almak istediği belli oluyor. Mevzusu, “atom bombasının babası” J. Robert Oppenheimer, evrenin yapı taşlarına kafayı takmış bir kuramsal fizikçiydi. Iyi mi parçalandıklarını gözlemlemek için kristal kadehleri ​​köşelere fırlatıyor ve hanımefendilere kendi maddesinin onlarınkinden öylece geçmemesinin bilimsel nedenlerini söyleyerek flört ediyor. Parçacıkları, yıldızları ve ateşi düşler; su birikintilerinin yüzeyine çarpan su ile donup kalır.

Nolan da kuramsal fizik üstüne uzun süredir devam eden bir araştırma yapıyor şeklinde görünüyor. Evrenin soğuk maddi dokusu – süre, uzay, madde, ölüm, sonsuzluk şeklinde şeyler – ile insan varoluşunun daha doğa ötesi anlamları içinde bir bağlantı seziyor: aşk, kimlik, bellek ve üzüntü. Bir çok süre, duygu ve bilimi birbirine dokuyor, arkasından bizlere bunların sonsuz sorular bulunduğunu hatırlatmak için eski mitlerden bazı iplikleri kumaştan çekiyor. İtibaren hatıra ile Başlangıç, Yıldızlararası ile Dunkirk, Prestij ile İlke, Nolan’ın filmleri, somut olanla soyut olanı karşı karşıya getirmek için beyaz perdenin bilimsel araçlarını (görüntüler, ses, süre, selüloit üstündeki kimyasallar) kullanır. Insanın beyni bir mükemmel.

İçinde oppenheimer, merceğini güce odaklıyor – bölünmüş atomların ürettiği türden, ülkelerin kullandığı türden, adamların can attığı türden. dayalı olsa da Amerikan Prometheus’uKai Bird ve Martin J. Sherwin’in kapsamlı, büyüleyici Oppenheimer biyografisi, Nolan’ın oppenheimer bir yaşam öyküsü olarak zor bela nitelendirilir, en azından gümbür gümbür Hollywood çeşidi değil. Bunun yerine – en iyileri içinde ustaca bir film – gücün doğasını araştırıyor: iyi mi yaratılır, iyi mi dengede tutulur ve insanları iyi mi kolay cevapları reddeden karanlık ikilemlere götürür.

Resim, üzerinde ünlem işareti bulunan üçgen bir işaretle

Nolan, süre çizelgeleriyle uğraşmayı sever (bu, kariyerine bir hikayeyi geriye doğru anlatarak başlamış olan bir adamdır) ve oppenheimer birkaç tane var Renkli, açılış metninde “Fission” yazan bir süre çizelgesi süresince, Oppenheimer’ın (inanılmaz bir Cillian Murphy) Avrupa üniversitelerindeki gençliğini kuramsal fiziğe atmasını, Berkeley’deki yıllarını, solcu siyasetle uğraşmasını, Jean Tatlock (Florence Pugh) ile ilişkisini ve sonunda Kitty (Emily Blunt) ile evliliğini ve General Leslie Groves (Matt Damon) tarafınca ultra-gizli yönetimi yürütmek suretiyle atanmasını kapsayan öyküsü anlatılıyor. Los Alamos’taki Manhattan Projesi. Vakit çizelgesi atlamaları yardımıyla, bilhassa daha yaşlı bir Oppenheimer’ın komünistlerle bağları mevzusunda bir hükümet komisyonu tarafınca soruşturulmasından sonrasında ona ne olacağına dair bir fotoğraf meydana getirmeye başlıyoruz.

Nolan’ın, bilhassa Oppenheimer’ın iç mekan manzarasını çağrıştırırken, IMAX’ı kullanma biçiminde görkemli bir şiir var. Beğenmek Dunkirk (Ve İlkebir tiyatroda görecek kadar şanslıysanız), oppenheimer IMAX’ta göremiyorsanız muhtemelen tamamen tatminkar olacaktır. Fakat yapabilirsen, buna kıymet. Nolan, IMAX film kameralarında çekim yapmış oldu ve filmin ilk bölümlerinde, Oppenheimer’ın yeni şehirlerle, yeni manzaralarla, yeni düşüncelerle ve yeni içgörülerle karşılaştığında hissettiği genişleme duygusunu vermek istediğinde bu görüntüleri kullanma eğiliminde.

Ayrıca, ikinci bir yolda, Senato tarafınca tecim sekreteri olarak onaylanmaya çalışan ve niçin direnişle karşılaştığından tam olarak güvenli olmayan, ajite bir Lewis Strauss’a (Robert Downey Jr.) – bir süredir açık olmayan nedenlerle – şahit oluyoruz. Bu bölüm siyah beyazdır ve “Füzyon” olarak etiketlenmiştir.

Bu etiketleri akılda tutmaya kıymet, şundan dolayı Los Alamos’ta Macar fizikçi Edward Teller (Benny Safdie) hidrojen bombası fikrini açıkladığında – ve sonrasında birisi bunu bir kitle imha silahı değil, bir kitle soykırımı silahı olarak tanımlar – ansızın fisyon ve füzyon arasındaki farkı öğreniriz. Bir atomun çekirdeğini daha hafifçe iki çekirdeğe bölen fisyon, Hiroşima ve Nagazaki’yi yerle bir edebilecek çok önemli bir gücü özgür bırakır. Sadece iki ışık çekirdeğini tek bir çekirdekte birleştiren füzyon, oldukça daha çok enerji açığa çıkarır ve bir anlamda dünyayı yerle bir edebilir.

Murphy bir takım elbise ve şapkayla ayakta duruyor, elinde bir pipoyla önündeki araziyi inceliyor.

Cillian Murphy’de Oppenheimer.
Evrensel Resimler

Bu anlamda, Oppenheimer’ı Nolan’ın fisyon olarak gücün vücut bulmuş hali fikri olarak okumaya başlayabilirsiniz. Oppenheimer paradokslardan hoşlanan bir adamdır; Şaşkına dönen bir Berkeley öğrencisiyle ilk karşılaşmasında, ışığın iyi mi hem dalga hem de parçacık olabileceğini öğrenmek ister ve arkasından büyük bir zevkle açıklamaya adım atar. Gene de, hem Amerikalıların yaşam kurtarmak için canavarca bir ölüm silahı geliştirmesi gerektiğine hem de bu silahların muhtemelen kullanılmaması gerektiğine inanarak, kendi idealleriyle harp halinde, kendi içinde bölünmüş bir yaşam yaşıyor. İç sıkıntısı kimi zaman o denli şiddetlidir ki, etrafındaki dünya titremeye adım atar, inanılmaz zihni kendi kendine bölünür. Yaşamının ilerleyen dönemlerinde Oppenheimer’ın serveti yükselecek ve düşecekti; komünist olmakla suçlanacak, yerilecek, sonrasında saygı duyulacak ve ödüllendirilecekti. Ona asla kıymet vermeden – bu senin olmak istediğin bir adam değil – oppenheimer mevzusunun gücünün bir kısmının, çelişkiden kendi üstüne çökmeyi reddetmesinden kaynaklandığını öne sürüyor. Film onu ​​tam olarak anlamadı ve tarih de çözmedi, sadece onun oldukça mühim bir figür olduğuna kuşku yok.

Ve sonrasında, gücü bir toplama oyunu, her şeyi kendi içinde toplama süreci olarak gören bir adam olan Strauss var. Strauss, zayiatları savuşturarak hidrojen bombasının geliştirilmesini destekleyecekti. Başkalarının onun hakkında söylediklerine takıntılı, egoya takıntılı. Gücün ülkesine ve dolayısıyla muhtemelen kendisine doğru toplanabileceği bir dünya tasarlayacaktı. Bu şekilde bir güç daha da yıkıcı olabilir fakat bununla beraber onu küçültür.

Unutma, oppenheimer bizlere yeniden yeniden hatırlatıyor: Bu tür güçlerin her ikisinin de atmosferi tutuşturmak ve tüm dünyayı yok etmek için minik bir şansı var.

Filmin rahatsız olduğu yer burasıdır. şeklinde bir film oppenheimer asla birinin yaşamının tekrardan anlatılması değildir, bilhassa de hikayesi oldukça iyi belgelenmiş olan birinin değil. Büyük öykü anlatıcıları, hikayenin içindeki hikayeyi bulmak için zanaatlarının unsurlarını iyi mi kullanacaklarını bilirler ve bu, gücün süre ve mekandaki korkunçluğu, ruhun genişlemesi yada tükenmesine bağlı kıyamet doğası hakkındadır.

Bunu Bhagavad Gita’daki şu satırın tekrarında görebilirsiniz: Oppenheimer’ın rivayete bakılırsa Trinity lakaplı kontrol bombasının çölde başarı göstermiş bir halde patlatılmasından ve bilim adamlarına ve politikacılara neler yapabileceğini göstermesinden sonrasında alıntıladığı “Şimdi ölüm oldum, dünyaların yok edicisiyim.” Bu satır, en azından Oppenheimer için, bu korkulu şeyle beraber insanlığı kelimenin tam anlamıyla yok etme kabiliyetinin geldiğinin bir kabulüdür. Şişeye geri itilemeyen bir şey özgür bırakıldı. Olması gerekip gerekmediği önemsizdir; bu insanlık için geri dönüşü olmayan bir noktadır.

Merakla, bu alıntı, Oppenheimer’ın bir Donne meraklısı olan Tatlock’tan öğrenmiş olabileceği (oldukça skandal) şiiri “Kalbimi döv, üç kişilik Tanrı” olan 16. yüzyıl doğa ötesi şairi John Donne’dan bir alıntıyla dengelenmelidir. (“Üç kişilik Tanrı”, Hıristiyan Teslis doktrinine bir göndermedir; filmimizde Oppenheimer’ın dizeyi fısıldadığını duyabilirsiniz.) Şiirin tamamı, şairden Tanrı’ya “bükülmesi / eğilmesi” için bir ricadır. [His] kırmaya, patlatmaya, yakmaya ve beni tekrardan halletmeye zorla”; Sonlara doğru, oldukça açık ifadelerle ozan, Tanrı’dan onu özgür kılmak için onu tutsak almasını, onu “iffetli” kılmak için “harap etmesini” ister. Oppenheimer’ın Donne’un şiirine olan ilgisi, siz bunun bir çelişki nakaratının -içsel bölünme diyebilirsiniz- bulunduğunu anlayana kadar birazcık opaktır. Şiir, gerçek gücün paradoks içinde yaşamaktan geldiğini ima eder.

Bundan dolayı, sonunda, bomba savaşın zirve noktası ya da noktası değildir. oppenheimer. Bomba işin amacı bile değildi. bomba. Onu inşa eden ve kullanan ülke için bombanın amacı güçtü: ona tutunma, özgür bırakma, güçlünün doğru yaptığını gösterme kabiliyeti. Bombayı icra eden bilim adamlarına – ve öteki ülkelerde aynı amacı güden meslektaşlarına – güçlülerle aynı çizgide oldukları sürece güç verildi. Her şeyi sorgulamaya başlayınca bir kenara itildiler.

Tüm bunlar vatanseverlik ve politikayla ilgili soruları gündeme getiriyor, fakat sonunda, oppenheimer bireysel uygarlıkların bu minik, çekişmeli meselelerinin, en büyük, çığır açıcı soruların yanında öneminin sönük kaldığını öne sürüyor. Biz insanoğlu, hepimizin sonunu getirebilecek bir alet yaratma kabiliyetine sahipsek, var olmaya devam etmeyi hak ediyor muyuz? Toplam yıkım karşısında aşk, sadakat, dostluk yada ihanet ne anlama gelir? Bombayı yaparsan, dünyanın sonunu uzakta dokunabilecek misin? Çakıl taşını suya bıraktığınızda dalgaları durdurabilir misiniz?

oppenheimer 21 Temmuz’da sinemalarda açılıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir