Priscilla incelemesi: Sofia Coppola’nın yalnız kızlarının en yalnızı

0

Sofia Coppola’nın kahramanları insanlarla çevrili ve cehennem benzer biçimde yalnızlar, yalnızca kendilerinin görebileceği bir kafese kapatılmışlar. Priscilla Priscilla kim bilir filmin ilk anlarından itibaren en yalnız olanıdır. Onunla bir lokantada tek başına otururken, milkshake’ini yudumlarken, yeni bir ülkede yeni bir kızla tanışıyoruz. Yalnızlığı yeğleyen bir kıza benziyor; annesine yeni dost istemediğini söylüyor. Elvis Presley ile tanışmasının tek sebebi, gözle görülür şekilde yalnız olmasıdır. Onu görmeye devam etmek istemesinin sebebi kendisinin de yalnız olması.

Elbet değil; o Elvis Presley (Jacob Elordi) ve devamlı hem adam hem de hanım fanatiklerinden oluşan bir grup ona birlikte rol alıyor. Meşhur yalnızdır fakat etrafını ailesi ve eski dostlarıyla çevrelediğinde, onların ışıltısıyla yıkanıyor – ve doğal ki Priscilla’nın da. Onun da ona haiz olması gerekiyor.

Kendisinden 10 yaş minik ve hâlâ lisede olan Priscilla (mükemmel bir Cailee Spaeny), işte bu şekilde kendi evinde, bir kalede prenses olarak bulur. Coppola bu metaforu açıkça çağrıştırıyor ve Priscilla’nın Graceland’in zenginliği içinde bir şaşkınlık havasıyla dolaşmasına izin veriyor. Kirsten Dunst’u düşünmemek olanaksız Marie AntoinetteVeliahtla evlendikten sonrasında Versailles’da dolaşıyor. Balıklar da sudan çıkmış değil – her biri, kısmen bir kralla olan bağlarından dolayı orada olma hakkına haiz olduklarını hissediyor – fakat yalnızlar ve bir anlamda tuzağa düşmüşler. Amaç kaçmak değil. Sadece yalnızlık oldukca geçmeden bunalıma giriyor.

Saçları dağınık bir kız, çerçevenin dışında kalan uzun boylu bir adama bakıyor.

Cailee Spaeny, 16 yaşındaki Priscilla Presley rolünü canlandıran Graceland’e yeni geldi.
A24

Doğal ki, film yapımcısı kraliyet ailesinin kızı Coppola da bu ayrışmış yalnızlık hissini yansıtıyor. Çalışmalarında tekrardan ortaya çıkıyor – kız kardeşleri Bakire İntiharlarıkız kardeşleri Kandırılmışsıkılmış yeni karısı Çeviride Yitik – belirli bir karı deneyimine ilişkin belirli bir şeyi anlamanın anahtarı olarak. Karakterleri çoğunlukla güzellikleri ve çekicilikleri sebebiyle adamların ilgisini çeken, sadece etraflarındakilerin şüphelendiğinden oldukca daha varlıklı iç hayatlar yaşayan genç kadınlardan oluşuyor. Bir odadayken, tam olarak orada değillerdir; her şeyi bir çeşit psişik uzaklık ile gözlemliyorlar.

Priscilla kim bilir en uç örnektir, bu sebeple Marie Antoinette ile en fazla DNA’yı paylaşmasına karşın oldukca daha azca failliğe haizdir. Aslına bakarsak kralını seviyor ve onun yokluğu ona acı veriyor bu sebeple haiz olduğu tek şey o. Elvis devamlı bir yere gidiyor: ABD’ya, Batı’ya, film çekmeye, turneye çıkmaya. Kameraya güzel görünmesi için “evimizdeki yangını canlı tutması” için ona evde ihtiyacı var. Birisinin Marie Antoinette’e filminin başlangıcına doğru söylediği şey Priscilla için de aynı şekilde geçerli: “Tüm gözler senin üstünde olacak.” En güvenli yeri Elvis’in yatak odasıdır.

Sadece daha gelişme şansı bile bulamadan yıldızı tarafınca süpürülen kız, onun kaprislerinin insafına kalmıştır ve kendisi de bu kaprislerin çoğuna haizdir. Onun kitapları. Onun fotoğrafları. Onun ruh halleri. Onun öfkesi. O orada olmadığında ya da ondan uzaklaştığında meydana getirecek pek bir şeyi kalmıyor. Bahçede oturup köpeğiyle oynayamıyor bile, bu sebeple kapıdaki aval aval onu görenler onu fark edip tabloid içeriğine dönüştürüyor.

Coppola’nın kabiliyeti, Versailles’a çevrildiğinde oldukca daha sert olan bu hikayeyi alıp ona bir kızın anısının pembe parlaklığını vermek, bir yıldızın ışınlarının yoğunluğunu onun üstünde o denli keskin bir halde sezmek ki bunun tadını çıkarmaktan başka meydana getirecek bir şey yok. en azından bir süreliğine. Bu parlaklık, filmin kaynak materyali olan Priscilla Presley’in Elvis’le geçirdiği yılları onun hatırlamış olduğu şekilde özetleyen anılarından geliyor. Priscilla’nın Priscilla Presley hakkında bir “yaşam öyküsü” olmamasının sebebi budur; bu bir anı. Bu anlatılmamış bir öykü hakkında, Sadece başından sonuna kadar onun ana mevzusu.

Alay edilmiş, koyu renk saçlı, beyaz saçlı bir kadın.

Elvis onu ideal hanımı haline getirirken Priscilla.
A24

Coppola’nın yalnızlık ve yalnızlık üstüne düşüncelerini bu kadar verimli kılan da bu. Öteki karakterlerin yaşamış olduğu hikayenin aynısı: Etrafındaki dünyadan bir halde ayrılan bir karı. Hikâye onu asla bulmuş olduğu yerde bırakmaz. Yalnızlıkta büyüyor. O, kadim bir gerçeğin çağıl kaşifidir: Yalnızlığın acısına, gelecekte başkalarına verebileceği bilgelik ve kendini anlama kabiliyetinin eşlik etmiş olduğu gerçeği. Coppola’nın filmlerinde bunun sonu devamlı iyi bitmiyor; Priscilla’da öyleki.

Gülünç bir yankı var Priscilla Coppola’nın Bir yerdetek kahramanının bir adam olduğu nadir filmi. Dağınık bir film yıldızı olan Johnny Marco (Stephen Dorff), Chateau Marmont’ta ünlülerin seyrekleşmiş yalnızlığını yaşamaktadır. Etrafı reklamcılar, direk dansçıları ve partilerle çevrilidir ve fizyolojik olarak yalnız kalmaktan nefret eder bu sebeple işte o süre ne kadar içi boş olduğuyla yüzleşir. 11 yaşındaki kızı (Elle Fanning) hayatına tekrardan girdiğinde, insanlarla çevrili olmak ile onlarla hakikaten bağlantı oluşturmak arasındaki farkı anlamaya adım atar.

Başlangıcında Bir yerde, sportif otomobilini daireler çizerek sürüyor. Sonunda otomobilini düz bir çizgide direkt çöle doğru sürüyor. Nereye gittiğini bilmiyoruz fakat öyleki göründüğü gibi, uzun süreden beri ilk kez yüzünde bir gülümseme var. Bu bir dönüşüm anıdır.

Priscilla da nihayet Graceland’deki zamanını bitiriyor, sadece sadece onun kurnazca Elvis’in dünyasını kendi dünyasıyla takas etmeye başladığını gördükten sonrasında. Karate dersleri alıyor; kendisinin değil arkadaşlarının olduğu insanlarla bir akşam yemeği partisi veriyor. Başka bir deyişle kalenin dışına çıkmayı göze alır ve istediğinin dışarıda bir yaşam bulunduğunu farklıdır. Böylece otomobiline biner, derin bir nefes alır ve Dolly Parton’ın “Seni Her Vakit Seveceğim” şarkısını söylemesi eşliğinde Graceland kapılarından dışarı çıkar. Bir bakıma benzer dönüşümlerdir bunlar: gelişme, hayatta neyin mühim olduğuna dair yeni bir anlayış. Coppola için bu, sessizlik içinde, gürültüden ayrı olarak öğretilen bir ders.

Bu yüzden onun film yapmasına şaşmamak gerek sanırım. Bu onun DNA’sında var normal olarak. Fakat başka bir niçin daha var: Düşünme dürtüsünü, o sessizliği ve yalnızlığı en azından kısa bir süreliğine de olsa deneyimlemek için beyaz perdeden daha iyi bir yer olması imkansız.

Priscilla tiyatrolarda oynuyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir